202- İstanbul Metallica Konseri–2

Sabah 11 gibi otelden yanımıza hiçbir şey almadan çıktık. İçeri fotoğraf makinesi alınmayacak diye biliyorduk ama kapıda hiç de uygulamadılar kuralı. Boşuma makinesiz gittik. Zaten sahanın diğer ucundan ancak 1-2 tane panorama çekebilirdim o kadar. Neyse, istiklalin başındaki simitçide poğaçayla kahvaltı yapıp stadyuma gittik. Ece’yle orda buluşacaktık. İçeri gireceğimiz kapıyı falan ararken Harun’un bir arkadaşıyla karşılaştık onlarla vakit geçirdik. Bu sefer de onların içeri gireceği kapıyı aramak için sahanın çevresinde dolanalım dedik, sahne arkasına çıkan kapıyla karşılaşıp geri döndük eheh… Ece geldikten sonra biraz daha oyalanıp 2’ye doğru sıraya girdik. Gerçi sıra değil insan topluluğu vardı. Sabahlayan da vardı, bizden sonra hala gelen de. Kapılar açılmamasına rağmen yavaş yavaş önlere ilerleniyordu. Harun’un arkasındaki sevişgen çift aralarına Harun’u da alacaklardı ki yemek yiyelim diye gittiler arkamızdan. Yoksa threesome’a doğru gidiyordu olay. Herif kız arkadaşının kıçıyla Harun’unkini karıştırdı o derece ahaha… Saat 2’yi geçmişti, Ece’de yemek yesek falan dedi, “açarlar birazdan kapıyı hem erken girelim de güzel yere oturalım” dedim, demez olaymışım. O arada yerde yumuşak bir şeye bastım, baktım mcdonnald’s ketçapı. “Basarım lan buna, şşş basıyı mı lan, şş hazır ol basıyom bak” dedim, bastım. Yan tarafta bi elemanın ayakkabıları batırdım ehehe… Sonra içeri girdiğimde aynı şeyi başkasının bana yaptığını fark ettim. Hem de öyle böyle değil pantolonu dize kadar çizgi şeklinde batırtmıştı. 5 ay oldu ayakkabıda hala izi duruyor ehehe…

Saat 3’ü de geçince millet sıkıldı, sinirlendi tabi. Her konserin, kalabalığın, izdihamın vazgeçilmez unsuru olan “havaya dolu pet şişe atmaca” olayı başladı. İyi arkadayız falan derken arkamızda bik bik konuşan kızlardan birinin suratına benim saçımı sıyırarak geçen pet şişe çotanak diye yapıştı! Birkaç dakika geçmeden aynısı bu sefer Harun’a oldu. Yazık adama lan, birisi elledi birisi pet şişeyi kafasına attı falan…

Dış çitlerle kapının ortasına doğru yaklaşmaya başlamıştık, artık çıkalım desek de çıkamazdık. Saatlerdir ayakta olmak ve etraftan ittirenlere karşı koymak yormaya başlamıştı. Kapının dibindekiler hem açılış saatinin 2 saat geçmesine hem de kafalarına yedikleri sayısız pet şişeden dolayı kapıyı tekmelemeye güvenliğe sövmeye başlamışlardı. Kalabalığın tam ortasına geldiğimizde birbirini ittirme furyası başlamıştı. Koduklarım piç gibi zevk alarak önlerindekileri ittiriyordu. O öndekiler de biz oluyorduk tabi. Ece benim önümde Harun solumdaydı sonra nasıl oldu anlamadım sağıma geçti. Etraftakilerle o kadar yapışıktık ki ayakta durmak için değil kendi yaşam boşluğumuzu korumak için uğraşıyorduk. Harun’a baktım bacakları yere 35 derece ile duruyordu, o derece ittiriyorlardı arkadan. Zaten o baskı altında ayaklarını yerden çeksen yere düşmen imkansız, tabi bu sefer ezilirsin. Harun’un ensesinden birisi buz mu atmış ne yapmışsa adam birden dayanamayıp herifin çeneye yumruğu indirmiş, ben görmedim. Her şey de bu çocuğun başına geldi lan, yazık ehehe…

Saat 4 civarıydı, kapıları açtılar sonunda! Ama millet nasıl hücum etti var ya, o an içimden “aha izdiham da ezilmek böyle bir şeymiş demek ki” dedim. Öküzler güvenliklere pet şişe atmaya başladılar yine. O sırada önce bi hareketlenme oldu güvenlikler birisini tekme tokat içeri aldılar. Sonra etraf duruldu, biraz nefes aldık. Çevremizdeki elemanlarla normal tanıdıkmışçasına sohbet ederken “akraba olmak” kavramını en güzel örneğiyle yaşadığımızı fark ettim. O kadar yakınken konuşmazsan garip kaçıyor biraz eheh…

Hala pet şişe atmaya devam edenler vardı. Biraz daha ileri ilerlerken birden önümüzdekiler arkaya doğru çullandılar resmen, birkaç adım geriye girmek zorunda kaldık. İşte o an asıl izdiham kavramını öğrendim! Öyle ki o sırada yere düşsen -ki o kalabalıkta zor- gayet güzel ezilirsin, kolay da kalkamazsın ha. Neyse, noluyor diye baktım ileri, bir tane kel kafa kalabalığı yararak ilerledi, bir çocuğa bağıdı, azarladı sonra onu da içeri aldı. Meğersem pet şişe atmış çocuk, güvenliğin de canına tak etmiş ki normalde yetkisiz olduğu bizim tarafa dalmış. Evet, güvenliklerin kapı önünden başka yere müdahale etme hakları yokmuş. Tabi bunun gibi durumlar hariçmiş, eheh…

Kapıya yaklaşan her bayan “ay ben fenalaştım ay ay alın beni” nidalarıyla o son anki sıkışıklıktan kurtarılıp içeri alınıyordu. O son anki sıkışıklıkta koptuk birbirimizden. Ece’de kısmen o şekilde hemen içeri girdi, sonra ben girdim ardımdan da Harun. “Oha lan” diyerek nefes aldık, hemen sahaya giren kapıya ilerledik. Az daha saha içine giriyorduk ki bizi yukarı kata yönlendirdiler. Bilet numaralarımıza göre yerlerimiz solda olmasına rağmen gidip sahnenin tam orta hizasındaki koltuklara oturduk. Saat 5 olmuştu…

(Not-2: 1 saattir yazdıktan sonra tekrar ara vermek zorunda kaldım.)

Alt grupların çıkmasını beklerken acıktığımızdan “ecük” olan paramızla garip tadı ve fahiş fiyatı olan köfteden aldık, 2’ye bölüp yedik. Susadık, bir bardak suya 1,5 litre parası verdik, onu da yarım yarım paylaştık. Sonra bir daha susadık, iki yudum suya o kadar para vermenin acısını çekerken o sinirle “lan gel tuvaletten içelim” dedik. Gittik ki muslukların suyunu kesmişler ama klozetlerinki akıyor. Herifler kasıtlı kesmişti bence lan. Klozetten içmedik tabi, oha.

Sırayla The Sword, Pentagram, The Down çıktı, onları izledik güzelce, sakince. Arada Uykusuz okuduk pantolonumda ki ketçapı sildik, dinlendik güzelcene… Tüm alt gruplar çıkmış sıra Metallica’ya gelmişti. Herifler baya bekletti bizi, millet sıkılmaya başladı iyice. Stadyuma gelirken Galatasaray formalarıyla konsere gelen bi grup görmüştük. Kapalı tribünlerde küçücük Meksika dalgası gördüğüm an onlar geldi aklıma. Aha dedim keşke büyük bitane olsa da biz de katılsak dedim. Hep istemişimdir kalabalık içinde Meksika dalgasına katılmayı ha. Tribündekiler saha içine laf attılar “sizi de görelim yapın hadi” gibisinden, saha içinde de dalga oldu ama millet birbirini göremediğinden pek devam edemedi. Sonrasında karşı tribün başladı ama sadece kapalı tribünde kalıyordu dalga, açık tribündekiler olaya sonradan uyandı ve dalga bize de geldi sonunda. Hava kararmış, stadın ışıkları açılmış, tüm stat aralıksız meksika dalgası yapıyor… Çoh süper dakikalardı ha. “Metallica’yı sallayın biz kendi kendimize eğleniyoruz” havasındaydık. O eğlenceyle tüm günün yorgunluğunu attım nerdeyse.

Ve onlar geldi! Creeping Death’le girdiler direk. Ne çalacaklarını bilmeme rağmen ne olduğunu anlayamadım. Hatta nakarata eşlik ederken birden uyandım, Harun’a dönüp “olum gerçek mi lan bu?!” dedim. Omuz omuza verip kendimizden geçtik. En güzel anlar bunlardı hatta o kadar gereksiz ayrıntıdan sonra asıl bu ayrıntıları yazmak isterdim ama rüya gibi 2-3 saatti. Anlatılmaz yaşanır olayı yani.

Önümüzdeki sırada Metallica tişörtlü gençler vardı, onlar dışında da genelde normal tişörtler vardı. Mesela bende beyaz So What tişörtüm vardı. Konser başlamadan önce “oo bunlar sağlama benziyor tek coşan biz olmayız” diye düşünmüştüm ama kof çıktı herifler, öylece oturdular. Hadi onları bırak konser başlayınca hala saha içindeki büyük yastıklarda yatanlar vardı be! Ulan koduklarım madem yatmaya geldiniz, madem yiyişmeye geldiniz ne diye saha içinden alıyorsunuz bileti?! Sinirim fazla sürmedi neyse ki…

Hangi parçaydı hatırlamıyorum birden sahnenin kenarındaki propan püskürtücülerden alevler yükseldi ve gecenin ortasında 1 saniyeliğine 150 metre uzakta olan bizi iliklerimize kadar ısıttı! Harun’la göz göre gelip “o neydi laaağn!” dedik, “Oha lan nasıl ısındık bir daha yapsalar eki eki” dedik. En büyük rahatsızlığımız sesin bize 1 saniye civarı gecikmeli gelmesiydi. Bu yüzden altıma ediyordum nerdeyse. One çalmaya başlamıştı, intosundaki top, tüfek, helikopter, mayın sesleri falan gelirken ben de Harun’a bir şeyler anlatıyordum ki birden patlama sesiyle yerimden zıpladım. Ben konuşurken Harun sahneye baktığından o önce görüntüyü gördüğü için korkmadı çakal. Mesela James konuşurken veya parçaya eşlik ederken bizim tribünde ilk tepki verenlerden biri ben oluyordum hep. Nedeninin 1sn’lik gecikme olduğunu sonradan çaktım. Ben de diyorum millet neden arkasını dönüp bana bakıyor. Meğersem ben dev ekrandan dudak okuyormuşum ondan ilk ben tepki veriyormuşum, Cnbc-e sağ olsun İngilizce de dudak okur hale gelmişim eheh…

19. parçadan sonra James “tenkü gunaayt” dedi diye millet hemen çıkmaya başladı nasıl sinirlendim varya! Pis herifler! O aralarda telefona ablam mesaj atmış “İstanbul’da bomba patlamış dikkatli ol” diye, tırstık biraz. Bide otel de istiklal gibi cadde de ki of of… Neyse, elemanlar 1 parça daha çalıp bitirdiler. En sonda her biri konuşurken en çok James’in “evimizde gibi hissettik” ve Lars’ın “en ‘fucking’ yakın zamanda tekrar görüşecez! Oköptmbye…” demesine sevindim ha! Penaları, bagetleri dağıtıp sahneden çekildiler, biz de 10dk sonra kapıya yöneldik. Harun’un bir arkadaşıyla buluşmak için beklerken bakkaldan 1,5 litre su alıp kana kana içtik, rahatladık.

Taksim’e döndük. İlk defa ıslak hamburger yiyebildim. Çok sevdik birer tane daha yedik. Ece’yi oteline kadar bırakıp biz de otelimize geri döndük. Yarın 10’da tren kalkacağından biraz televizyona bakıp uyuduk. Tabi bu sırada “oha lan gerçek miydi bu” şokunda olduğumuzdan ben zor uyudum biraz.

Sabah 7’de kalktık. Direk Haydarpaşa’ya gittik kahvaltımızı orda poğaça yiyerek kuşlarla birlikte yaptık. Büfeden dergi neyim aldık gidip yerlerimize oturduk. Trende önümüzdeki çocukla oynadık, daha doğrusu o bizle oyuncak gibi oynadı. Ben de acımadım çat çat fotoğraflarını çektim. Sonra acıktık adam gibi karın doyuracak bir tek pişmaniye türü şeyler satılıyordu. Saray helvasından aldık, böyle pişmaniyenin dışı çikolata kaplı olanından. Ara sıra uyuduk. Harun çok uyudu ama. Ben de sıkıldım etrafın fotoğraflarını falan çektim, dergi okudum falan. Sonra uyuya kalmışım tabi… Harun uyandırdı, meğersem bilet kontrolüymüş de görevli öğrenci kimliği görmek istiyormuş. Ben de kimliği ilişik kesmek için okula teslim etmiştim, mezun da olamama rağmen kaldıydı öyle okulda. 10,50ytl aldı benden! Yolculukla ilgili her belge gibi onun da makbuzunu saklıyorum. Ulen madem öyle gelirken soraydınız kimliği, vereydim o parayı da dönüşte tam bileti alırdım be! Hayır adı Ankara Ekspresi diye mi nedir böyle ince denetim?

Sağ salim Ankara’ya ayak bastık. Yolculuk başında tüm parayı ortada toplayıp ortak hesap yaptığımızdan kim ne kadar harcadı bilmiyorduk ama tek bildiğimiz şey cebimizde sadece 5ytl kaldığıydı. Nerdeyse eve dönüş paramız çıkmayacak kadar züğürt dönmüştük. Kızılay’a doğru bozuk kaldırımlarda ilerlerken böyle ikimizin de içi bunaldı iyice. O an İstanbul’un ne kadar süper bir şehir olduğunu anladım. Harun’la “lan olum köy gibiymiş burası lan” geyiğine bile girdik. En son o dolmuşa ben otobüse binmek için ayrılırken “pişman mısın” geyiğini de yapıp ayrıldık...

Ancak bu kadar şeyden sonra eve gidince ne yaptım hatırlamıyorum. Uyumuşumdur herhalde…

Evet, fotoğraf makinesi için hayatımda biriktirebildiğim en yüksek miktarlı paramla Metallica’yı en uzak tribünden izledim ve pişman değilim. Yine olsun yine yaparım! Ama bu sefer en az saha içi olacak ha, anlamam ben…

-Bitti- (oh!)

201- İstanbul Metallica Konseri–1

____________________________________________________________________________________
Yazıya 27 Kasım 11:30’da başladım “olüm yarım saatte yazarım hemen nolcek” dedim ama 3 gün içinde toplam 5 saat ayırarak ara ara yazabildim. Yazarken de konser kaydı 2,5 kez döndü durdu. Evet uzun (5 safya) ama o ayrıntıları yazmasaydım geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Uzunluğu yüzünden 2 parça yayınlamaya karar verdim. Sembolik olarak da kayıt tarihini 27 Kasım yaptım =)
Ayrıca unuttuğum yerlerde Harun’un büyük yardımı dokundu, teşekkür ediyorum ona.
____________________________________________________________________________________


Lise 2 de dilemeye başladığım zamadan beri ulan gelseler de canlı izlesem, Creeping Death’e “die die” diye bağırarak eşlik edebilsem diye geçirirdim içimden. Sonraları o kadar çok “geliyorlarmış olum bu sefer lan!” lafını duyup da kof çıkan haber duyduğumuzdan artık haberlere inanmamaya başlamıştık. Biri “geliyorlar” dediğinde “he he tabi” diyorduk.

Ancak 27 Temmuz konserlerinin gerçek olduğuna gelen bülten mailiyle inandım. Hemen planları yapmaya başladık, “abi otobüsle gideriz, trenle döneriz” falan diye muhabbetler dönmeye başladı. Tabi sonraları kimisinin gelemeyeceği belli oldu, bilet fiyatları açıklandıktan sonra benim gibi “oha çokmuş lan” diyenler, hayalleri yıkılanlar oldu…

Millet biletlerini almış hatta saha içi biletler bitmeye başlamıştı. O aralar dışarı da fazla çıkmadığımdan para biriktirebilmiştim ama o para fotoğraf makinesi içindi. Sonra kimdi hatırlamıyorum “abi gidelim lan” dedi. Harun’a da soralım falan diye düşündüm, “ben de sana diyecektim zaten lan” dedi. Hemen baktık bilet kalmış mı diye, saha içi biletler bitmiş 90 ytl’lik tribün ile 50ytl’lik kale arkası, sahanın teee öbür ucu biletler kalmıştı. O arada gidenler arasından sadece Harun’la ben kalmıştık. 90’lık bilet alalım dedik ama para yetmedi. Mecbur 50’lik biletlerden aldık. Gitmemizin en büyük nedeni gitmedik diye pişman olmamaktı zaten.

Bizimle birlikte gelecek olan Harun’un arkadaşı Ece vardı bir de. Onunla İstanbul’da buluşup konsere gidicektik. Çok gecikmeden Fatih Ekspresi’nden 21,25 ytl’ye ayın 25’i Cuma günü saat 23.30’a biletimizi aldık. Cumartesi sabahı 07.30’da Haydarpaşa’ya indik, Türk filmlerindeki o klasik merdivende durup İstanbul’a bakma sahnesini yaptık eheh…

Sonra Kadıköy’e gidip simit yedik, limonata içtik. Yiyeceğimizin genellikle simit olacağı gerçeğini o an fark ettik. O yüzden yanımıza da biraz simit aldık ama onların çoğunu kedişlere verdik zaten. Oradan Sirkeciye geçtik, Hayyam pasajına falan girdik gezdik, bir yerde çorba içtik. Yürüyerek Sultanahmet’e gittik orayı gezdik fotoğraf çektik derken Ece’yle buluştuk. Napalım needelim derken Ayasofya’ya gidelim dedim. Bunlar bilmiyor tabi müzelerin öğrenciye beleş olduğunu. Bende de müze kart var onunla beleş giriyorum. Neyse girdik geziyoruz, bir süre böyle “aa ne güzelmiş” modundaydık. Benim yıllar sonra 1 ay içinde İstanbul’a ikinci gelişim olduğundan gezilecek yerleri hatırlıyorum. O aralar restore çalışması yüzünden caminin yarısına iskele kuruluydu, pek fotoğraf çekemedim. Üst kata çıktık, caminin o kendine has kokusu yüzünden bizim kafalar bulanmaya başladı. O zamanlar Melih Gökçek’in Odtü’ye kafa tuttuğu zamanlardı. Cem Dinlenmiş’in “rektooor!” esprisinden konu açıldı, açılmaz olaydı. Benim çantadan dergiyi çıkarıp bir yandan gezip bir yandan da onu okuyup yarılıyor bu ikisi, ben de deli gibi fotoğraf çekiyorum her zamanki gibi. Artık etrafa bakmaz olduk, ben bunları zorla dışarı çıkardım.

Sonunda oradan çıktık. Naapak needek derken “haydin Yerebatan Sarnıcı’na gidek” dediler, eyi dedim ne diyem. Önceki gelişimde de gidemediydim zati, içimde kaldıydı. Biraz aradıktan sonra bulabildik nihayet ama sırada beklerken müze kart’ın ve öğrenci olmanın işe yaramadığını para ödemek zorunda olduğumuzu öğrendik. Ece neyse de Harun’la ben “aha girecek bize” diye tırstık. Çünkü Hala nerde kalacağımızı bilmediğimizden sürekli bir tedirginlik var üstümüzde. Biletleri alırken paramız az olduğundan “olüm parkta neyim geceleriz nolcek eki eki” diyorduk ama İstanbul’a gelince Harun caydı, o cayınca ben de caymak zorunda kaldım. Neyse 3ytl gibi küçük bir ücret ödedik de rahatladık. İçeri girdik, gezdik, hayvani büyüklükteki balıkları 50ykr ile vurmaya çalışıp vuramadım, sonra çıktık.

Acıktık biraz, bir şeyler yiyelim diye Sirkeci’deki çorba içtiğimiz lokantaya gidip lahmacun yedik. Napalım needelim derken “hadin Gülhane parkına gidelim” dedim, kem küm ettiler lan orası uzak dediler, “lan yok olm 10dk’lık yol” diye ikna ettim sonunda. Gittik oturduk banklara ama Harun’la benim nasıl uykumuz geldi var ya. Nerdeyse uyuyup kalacaktık orda.

Sonra Ece’nin bizden ayrılması gerekti, yolcu ettik. Biz de başımızı sokacak yer arama derdine düştük. Biraz gezerek otel aradık, bize uygun bir yer bulamadık sonra esnafa “ucuza adam gibi otel nerde buluruz” diye sorduk “İstiklal’in ara sokaklara bakın” dediler. Oralarda aramaya başladık bu sefer. Otellerin tiplerine bakarak geziyorduk, Hotel Efes diye bir tanesi güzele benziyordu girelim bakalım dedik. Girdik adamla konuştuk önce “80 ama size 60 olur” dedi, ben “direk ouu çokmuş kalsın” dedim. Harun “2 kişilik fiyat mı bu?” diye sormasaydı çıkıyorduk. Meğersem adam 2 kişi için söylemiş ben tek kişi sandıydım. Neyse “abi böyle böyle 2 gün kalıcaz öğrenciyiz pek fazla paramız da yok, 50 yapı ver gözünü sevek” dedik kabul etti.

Çok sevindik, hemen çıktık üstümüzü değiştirdik, biraz uzandık, kafamız da süper rahatlamıştı. Hem beklediğimizden de temiz çıkmıştı oda. Sadece makinelerimizi alıp güneşin batma saatine doğru dışarı çıkıp gezelim dedik. Gezerken Kara Güneş’e denk geldik, demo cdlerini aldım. O arada dönüş biletini geç olmadan alalım da bilet falan kalmazsa göte gelmeyelim diye yakınlarda tren bileti satan yer aradık. Sorduklarımız “aha şuradan gidecen oralarda vardı bi yer” diye yönlendirdi bizi. Bulamadık dedikleri yeri, bari yürüyerek sirkeciye gidelim dedik. Taksimden sirkeciye yürüdük, Ankara Ekspresine bileti aldık, tekrar yürüyerek güneş batarken otele geri döndük.

Dönünce biraz daha uzandık, akşam bir yerlere oturalım diye indik aşağı, nargile içebileceğimiz güzel bir yer aradık. Sonra dönüp dolaşıp hotel’in dibinde Fermantasyon diye bir yere girdik, dışarıdaki masalarından birine oturduk. Her zamanki gibi kapiçinolu nargile istedik. Beklerken Harun’un portresini çekmeye çalışıyorum onun makinesiyle, yan masada ki adamlar da bize bakıyor onu da fark ettim, biraz sakin olayım çok dikkat çekiyorum diye makineyi masaya koydum. Nargilemiz geldi, bir süre sonra yandaki adam “makinenize bakabilir miyim, bu modeli (A-1) çok kullandım şimdi görünce akrabamı görmüş gibi oldum” dedi. Meğersem adam Bosna‘ya ilk giden savaş foto muhabiriymiş. Sohbet baya güzelleşti, nargilemiz de çok güzeldi. Öyle ki ben hayatımda öyle nargile içmedim! 5-6 kez köz isteyip değiştirdik ama tadı hiç bozulmadı, yanmadı. Hala tadı damağımda ha! Neyse 12’ye kadar sohbet devam etti sonra onlar kalktı biz de 5dk sonra o güzelim nargileyi zorla bırakıp kalktık. İstiklal’de biraz daha gezip 1’e doğru yattık. Yarın ayın 27’si ve konser günüydü!

(Not-1: 2 saattir yazıyorum ve ara vermek zorunda kaldım.)

200

Eveeek, 200. yazıya gelmişim. Tabi bu teknik zart zurt yazısı oluyor. Öncelikle belirteyim ki 6 aydan beri yazıyorum ve 5 aydan beridir de Metallica konserinin yazısını yazayım diye düşünüp duruyorum. Heh işte bu yazıdan sonra onu yazıcam, çok heyecanlıyım bakalım ne kadar hatırlıyormuşum.

Sol tarafa bir sütun daha koymayı düşünüyorum. Zira bir şeyler eklemek için tek sütunum var ve bu yüzden sayfa aşağı doğru çok fazla uzuyor, sevmiyorum.

Artık tanıdıklardan kimin takip edip etmediğiyle ilgilenemiyorum, çok gerek de yok zaten.

Fotoğrafçı incelemesi yaptığım gibi artık sevdiğim blogların da incelemesini yapıcam. Hem değişiklik olur biraz.

Boomp3 kapandığı için artık müzik koyamıyorum. Yeni servis aramaya da üşendiğimden daha bakamadım ciddi ciddi. Millet musicons kullanıyor ama pek sevmedim onu ben. Gerçi artık autoplay yapamıyorlar niahahah =P

Google analystic şeysine göre “ziyaret sayısı” %23.67 , “sitede geçirilen ortalama süre” de %-0.50 gibi gudik bişeybir değerde.

Ay böyleyken böyle işte bacım… Biraz daha kısır?

199

Yün kazağı çıkarırken saça sürtününce elektriklenir, çat çut kulağınızı, kaşınızı çarpar ya hani. Hatta karanlıktaysanız o kıvılcımları görürsünüz…

İşte o elektriklenmeyle çıkan kokuyu çok özledim!

198

Cyzarine var-mış. Aferin bana ki bu insanın blogunu daha önce görmeme rağmen sadece göz atmışım, okumamışım. Merve dahil takip ettiğim 3 kişi daha takip ediyormuş bu blogu ve ben yine de yeni fark edebilmişim. Halbuse okusaymışım da benim gibi kısa kısa anlık düşüncelerini yazabilen, genelde başlık sıkıntısı çeken birisi daha olduğunu görürmüşüm.

Bugün okuyacam diye gün boyunca sayfayı açık bırakıp biraz sora başlarım okuma diye erteleyip de 2’den beri 2.5 saattir hepsini okumalıyım diye kasıp zaten bozuk uyku düzenimi daha da altüst etmiş oldum. Okurken de yazılar o kadar hoşuma gitti ki çoğuna yorum yazamayacak kadar bayıldım!

(oha çok uykum var lan)

197

Rüyamda çok ilginç bir olaylar örgüsü sonucunda bir bayanın fotoğraf makinesini gördüm. “AE-1’mi o?” dedim, hayır “Nikon lensli Lomo” dedi. (Ayrıca şu anda ne salak bir cümle olduğunu fark ettim) Ben istemeden bakmam için verdi ve sınıfına girdi. Ben de aşağıdaki Arkhe Cafe’ye gittim yerime oturdum, makineyi inceledim. Makine ilginçti lan. Çok değişik bir fikir verdi negatiflerin konumuyla ilgili. Malzeme ve imkan bulup da başarabilirsem hayata geçiricem bu düşünceyi.

Sonra “lan ben bu makineyi nasıl geri vericem? Ya bulamazsa beni burada…” falan diye telaş sardı beni. Mal gibi gidip sınıfının önünde beklemek gelmedi aklıma. Bu stresle uykum da kaçtı zaten. Sonrasında uyandım mı hatırlamıyorum ama…

196

5 yaşında okula başlayıp 16.5 yaşında üniversiteye başlamış birini tanıyorum.
Oha ne korkunç bir şey lan!

195

Hani fare’nin lazeri var ya hani. Hani orda küçük bir boşluk var ya hani. He işte o küçücük alana kör sinek koysak ne olur çok merak ediyorum.

Fare kıpraşır mı acaba?

194

Yağmurdan sonra ve rüzgar eserkenki havaya bayılıyorum! Hava tüm kirlerinden, sisinden, isinden, pisinden arınıyor besberrak bir şey oluyor, bakmaya, içime çekmeye doyamıyorum. Bulutlar yalnız kalıyorlar, geceleyin şehrin tüm ışığını emip daha da güzelleşiyorlar. Gökyüzü daha net oluyor, yıldızlar belirginleşiyor…

Hele bu havalarda fotoğraf çekmek daha da güzel olur ha. Kısmet olmadı ama daha. Çok istiyorum lan. Aslında demin Harun’la Kutay dışarı çıkıyorlardı, ben de çıkabilirdim ama müsait değildim ki be…

193

Lubiş’e film almıştım, son fotoğrafta da uzun pozlamayla yıldız fotoğrafı çekeyim dedim. Aklıma geldiği gün de hava bulutsuzdu iyiki. Gecenin 1’inde koydum kutuya makineyi, hem etrafı açık hem de sağdan soldan ışık almayan bir yere koydum girdim içeri.

45 dk sonra almaya giderken tam duvardan atlıycam sırada hani filmlerde ormanda yürüyen eleman birden ot hışırtısı duyar da taş kesilir ya işte aynen öyle oldu bana da. Ayağımın teki duvarın üstünde kaldı, ileri baktım bir kaç köpek gördüm, arkasından gelmeye de devam ettiler. 20’den fazla köpeği ilk defa bir arada canlı olarak ve sürü halinde gördüm lan. O sırada dengemi koruyayım diye azcık hareket edeyim dedim ki beni fark etti bir tanesi, duru bakmaya başladı. Sonra yanına başka birisi gelip “abi hayırdır neye bakıyon?” dercesine yanında durdu sonra o da bana bakmaya başladı. Bu arada köpekler hala tek sıra halinde 6-7 metre önümde ilerliyorlar. İyi ki ben onlardan yukarı seviyedeyim, bana ulaşmaları için baya yol gelmeleri gerek diye rahatım baya.

Hala bir ayağım duvarın üstünde, ağırlığım tek ayağıma yüklenmiş vaziyetteyim. Tabi yoruldum azcık dengemi kaybeder gibi oldum ayağımı hareket ettirirken ses çıkarttım biraz. Birden “hırf brrff” diye sesler duydum, heyecanlandım, kalbim biraz hızlandı. Hayvan herifler hemen hissedip havlamaya başladılar. Aha dedim sıçtık! Sonra baktım sürü hızlanmaya başladı, resmen kaçıyorlar. Ondan rahatladım biraz. Gerçi önüme gelip elinde taşla “in ulan aşağı, daşı gafana yersin yoksa!” diyecek değillerdi de işte milleti balkona çıkartmaları sonra da “sen napıyosun gecenin bu saatinde arabaların yanında? Ne ayaksın lan sen?!” muhabbetine gircem diye tırsıyordum. Ancak bu seferde nereye gittiklerini göremediğimden “ulan yoksa arkadan mı dolanacaklar?” diye tırsmaya başladım. 1 dk daha hareketsiz bekledim, uzaktan havlama sesi duyunca rahatladım.

Neyse işte gidip makinemi aldım ama ay yükselmiş, kenardan ışığı vurmaya başlamıştı. İnşallah lens yandan patlama neyim yapmamıştır. Onu bırak bu kadar ekşına yıldızlar bari istediğim gözükse lan!

192

Mp3 player’ımıın play tuşu takılıyordu, aldım önüme taktık kulaklıkları açtım içini düzelttim, temizledim. Aynı anda müzik dinlediğim için de çok süpersonik bir şey yapıyormuşum gibi havaya girdim, eheh…

191

“Sessizlik”i seviyorum! Mor ve ötesi’nin Şehir albümündeki Sessizlik’i.

Dün gece yatarken taktım kulaklıklarımı birkaç parça sonra bu denk geldi. En kısık seste dinlediğimden bir anda fark ettim ki sözlerine eşlik ediyorum. Normalde hiç yapmadığım şeydir.

Sevmişim demek ki keratayı…

(Parçayı da ekliycem buraya)

190

Nescafe makinelerinin yaptığı sıcak çikolata 3 ytl olsun yine alırım! Hiç de oturmaz içime o 3ylt…

189

İnternette takma adında, kendi adında adam gibi Türkçe karakter kullanmayıp Türkçe karakterleri çağrıştıran diğer yazı karakterlerini kullananlardan acayip şekilde tiksiniyorum lan. Öyle yazınca tavan yapıyo sanki demi?

Koduklarım!

188

“Rowenta Silence Force” elektrik süpürgesi reklamındaki kediye hastayım ulan! O yanaklarını ısırmak, cımırmak, öpmek istiyorum!

Kedi istiyorum lan ben!

187

İki gün önce arkadaşınla konuşurken ne zamandır rüya görmediğini fark edip iki gün sonra eskiden o görmeyi çok istediğin rüyayı görmek; aylardır elinde bulundurduğun galibiyeti kaybedip en aşağılara düşmüş gibi bir his vermesi…

Ne pis bir şeymiş be…

186

Doğum günüm için toplaştık arkadaşlarla. 10 kişi düşünüyordum, 8’e indi, 6’sı geldi. Kutay’ın işi çıkmış, Ceren’den haber gelmedi, neden gelmedi hala da sormadım ha.

Arkhe’ye haber vermiştik gelcez biz ona göre masa neyim hazırlayın diye. Gittik cuk oturduk masamıza. Herkes geldikten sonra pastayı getirmelerini söylemek için gittim muma falan gerek yok direk tabakla getirin dedim. Lan zaten pasta bile istemiyordum, bide mum falan… “Olur mu lan!” diye önümdeki tek dilim pastaya tüm mumları falan diktiler üflettiler. Pasta da güzeldi hea. Harun’a da teşekkür ediyorum pasta işini hallettiği için.

Masada 5 tane makine vardı; üçü benim, biri Merve’nin, biri de Kutay’ın 400D’si. Elemanın kendisi gelemedi makineyi göndermiş eheh. Çok makbule geçti ama hea. Paso onla oynadım zaten. Bizimkiler sohbette ben anca onları çekiyorum falan… Tüm pilleri bitirdim de rahatladım biraz. Millet de rahatladı zira lan yeter alın şunun elinden şu makineleri demeye başlamışlardı.
Demek ki neymiş? Benim elime fotoğraf makinesi veya çakmak falan verilmemesi gerekiyormuş…

Merve çoh datlı bir çerçeve almış bağa. İçinde de benim “gözlerimin arkası” fotoğrafım, Harun’la trendeki çocuğun fotoğrafı ve o 400D ile olan Merve’nin tonladığı fotoğrafım var. Son fotoğraf dik kadraj ama çerçeve yatay kadraj, sonradan fark etmiş akıllı eheh… Onu düzelticem en kısa zamanda. Ama aldığım en tatlı hediyelerden biri lan, valla. Kendi fotoğraflarım bana hediye edildi lan daha nolsun =)
Bu arada “gözlerimin arkası fotoğrafını gören “oha kartpostal mı bu" falan demiş ki buna da ayrıca sevindim. O fotoğraf benim için çok değerli zaten… ehemm, neyse…
Başka hediye alan olmamış ama canları saolsun lan. Bir ara yüzsüzlük edip hediye sipariş etmeyi düşündüm de etmedim. Ha isteseydim Çağrı falan kırmaz alırdı zira bunu yapmış adam o eheh...
Harun da tutturmuş Lubitel2 alacam diye. Lan zaten var aynısından niye alıyon diyom dinlemiyor herif.

Çok eğlendik ama lan. Sürekli suratımda salak bir sırıtış vardı zaten eheh…
Ayrıca doğum günümü erken kutlamış olabilirim ama yazısını doğum günümde yazıyorum yaa yaa…

Nice 20’nin katlarına!

185

Halam amelyatı için Ankara’ya geldi, onunla birlikte tüm akrabalar da geldi tabi. Bizde kalan akrabanın bir çocuğu var. Akıllı uslu sayılır ama bir süre sonra artık psikolojimi bozdu çocuk ya! Sabah kapımı çalıp kitli olmasına rağmen kapı koluna asılarak gürültü yapıp kaçıyor, gün boyu oyun oynuyor, ben sıkılınca biraz da ben oynuyum diyorum bu sefer de kulağımın dibinde bikbik kafamı vikvikledi lan! Hangi odaya gitsem peşimde, yemekte bana bakıp duruyor falan.

Yemin ederim psikolojim bozuldu! Uzun zamandır bu şekilde ilkokul çocuğu baskısında kalmamıştım be! Hayır yazı falan yazacam, başka planladığım işlerim vardı onları yapacam tepemden ayrılmıyor ki rahat rahat yapayım. Kardeşim falan olsa “la yörü git bi rahat bırak” falan derdim de misafir çocuğuna hele ki akrabaysa denmiyor lan öyle…

184

Otobüs durağa yaklaşırken inmek için yağa kalkanlar arasından düğmeye ilk basan kişi olmanın verdiği dayanılmaz zevki seviyorum! Bağımlısıyım hatta!!!11!

Hatta yanında otobüsten inen ilk kişi olma şerefine de erişirsem komaya girdiğim dahi oluyor eheheh…

183

Doğum günüm yaklaşıyor, hatta haftaya. Ancak millet hafta içi gelemez diye Pazar topluyorum milleti. Anaokulunu veya diğer okulda sınıfça kutladığım yapmacık doğum günlerinin saymazsak en kalabalık doğum günüm olacak.

10 kişi çağırdım. Kimisiyle sadece arkadaşlar aracılığıyla görüşsem veya yıllardır hiç görüşmemiş olsam bile sevdiğim insanlar ki günün en özel olan yanı bu olacak benim için.

Ben istemiyordum pasta falan filan. İstiyordum ki sıradan bir gün gibi oturak, geyik yapak. Israr etti kimisi, iyi alın pastayı diye ikna olmak zorunda kaldım zira gelenlerin yarısı diğer yarısını tanımıyor, bir yarı içindekilerden de kimseyi tanımayanlar mevcut . Bu durumda ortam başlarda pasta gibi ortak bir konu olsun da hem karnımız doyar hem kaynaşır belki millet, ben de sohbet açacam milleti tanıştıracam diye strese girmem diye düşünüp kabul ettim. Ancak şimdide bunlara 10 kişi gelecek dediğimde “oha evde yapıp getirelim bari pastayı” dediler ehehe… Lan bu seferde bunun stresi başladı. Pasta yetmeyecek diye 2 pastaya paraları gidecek ki hediye istemedim kimseden ona rağmen alırlar hediye falan da, bide öyle paraları gidecek. Pastaya ben de ortak olayım bari lan, yazık millete. Bu yüzden sevmiyorum işte böyle organizasyon işlerini. Ha bide mekanla konuşmak gerekecek o pasta işini falan, piiii…

182

Geziyordum. Cebeci’deki Aof bürosundan dönerken Ankara’daki ilk evimizin sokağından geçtim. 8-9 yaşlarında bir kız köpeğini gezdiriyordu, köpek de küçüktü zaten. Lan o kadar tatlı bir çifttiler ki fotoğraflarını çekeyim dedim. Ancak bacaklarım durmadı yine. Onlar yürümeye devam etti ben arkaya bakmaya. Ne olacak sanki durup da fotoğrafını çekiyim mi falan desen?

Hiç sevmiyorum bu huyumu. Çünkü çok fazla süper kare kaçırdım bu yüzden!

181

Yolda hurdacı görüyorum. Arabalarının altında buzdolabı ızgarası, tekerleklerinde amortisör niyetine yayları var.

İçinde üç beş parça hurdamsılar var, üzülüyorum lan. Ne zaman arabasında hayvan gibi bir demir yığını olan hurdacı görsem seviniyorum. Onu bulduğu anda sevindiği gibi seviniyorum adeta.

180

Yemek yemeyi unutuyorum lan! 3-5 gibi yatıyorum, 12-13 gibi kalkıyorum, nette neler olmuş bakayım diye yüzümü yıkamaya giderken bilgisayarın tuşuna basıyorum, gelince oturuyorum başına, saatler geçiyor unutuyorum yemeği neyi… Zaten acıkmıyorum ben. Açlık hissetmiyorum uzun zamandır. Yemin ediyorum özledim o duyguyu. Artık hastalık mı acaba lan bu diye düşünüyorum hatta.

2-3 gün önce Harun 5 gibi aradı “abi fotoları almaya gidiyorum sen de gelsene” dedi, tamam dedim tam sandalyeden kalktım ki midem cız etti, kahvaltı yapmadığımı hatırladım. Tabi gün boyu sabit oturunca acıkmamam normal olabilir ama insan acıkır yahu. Ne biliyim canı bir şeyler ister falan… Özledim olum valla özledim!

(Gideyim de kahvaltı yapayım)

179

Şuan blogda sadece yazı var. Başlık yok, yazılara uygun fotoğraflar yok, başka başka şeyler yok… Sevmiyorum bunları pek. Mesela başka blogda fotoğraflar mı var, hele bide yazılar da uzunsa ve pek takip etmediğim bir yazarsa aşağı doğru sadece fotoğraflara bakarak gidiyorum, sonra çıkıyorum. Başlık olayı da feci kısıtlıyor beni. 2 cümlelik yazıya ne başlığı koyam ki? Ha gerçi artık eskilere göre uzun yazıyorum ama başlık bulmak için kasamıyorum.

Blog camiasında en nefret ettiğim şeylerden birisi de bu “blog camiası” lafı. Evet süpersonik şekilde kılım ben bu olaya. Böyle sanki tüm blog yazarları birbirini tanırmış edasında falan.
Yazılar biraz birikince blogu biraz yayayım diye blograzzi’ye kaydettim. Ulan 2 gün içinde blog olayından soğutuyorlardı beni nerdeyse. Hep bir çıkarcılık hep bir üste çıkma ego tatmin etme havasındaymış millet. Banner’ının da rengi temaya uymadı göze battı sildim hepten hesabı falanı filanı.

Ben iyiyim kendi halimde, başlıklarım yok, fotoğraflarım yok, havasında olduğumda yazılarım kısa, ego tatmini için alet etmiyorum, seviyorum lan!

Not: Kimseye şahsi olarak laf çarpma amaçlı yazmadım ha...